Kendinizi fark edin…

Bugüne kadar değişim, kişisel gelişim ve yenilenme üzerine çok sayıda yazı yazmakla birlikte, değişik zaman ve değişik mekânlarda sunum, seminerlerim oldu. İşin özü ne oldu diye soracak olursanız?, d akla ilk gelen sorunuzun cevabı: “Kendimi ne kadar iyi tanıyorum?”oldu.

Zaman içerisinde, büyük beklentilerle geliştirdiğiniz farkındalığınızın kalitesinin – yüksek düzeye sahip olmasının, pek de öyle büyük fark yaratmadığını görürsünüz.

İşte tam da bu noktada akla gelen ilk tespitiniz; Kendinizi biliyorsunuz, farkındasınız ama kendiniz olamıyorsunuz.

Tespitiniz ve içerisinde bulunduğunuz hissiyatınız bir yerlerden tanıdık gelmiş olmalı? Paniklemeyin, rahat olun. Hemen hemen farkındalık arayışı içerisinde olan herkesin geçtiği süreçte yolcu olduğunuzun tespitini yapmış bulunuyorsunuz. Hadi o zaman, yolculuk başlıyor…

Eviniz de ve işiniz de aynı kişi, aynı enerjide misiniz?

Eşiniz ve çocuklarınıza yansıttığınız özünüzü, arkadaşlarınıza veya çevrenizdekilere aynı tonda mı yoksa bulanıklaştırarak mı yansıtırsınız?

Özel ve sosyal kişiliğinizi göz önünde bulundurduğunuzda; olaylar karşısında farklı davranmak zorunda bırakıldığınızı veya kendinizi farklı davranmaya mecbur hissettiğiniz oluyor mu?

Cevaplarınızı verirken kendinize samimi davranıp, gerçek hayatta rol yapıyor musunuz diye bakın…

Değer yargıları ve çeşitli sınırlamalarla kuşatılmış halde yaşamaya çalışıyoruz. Bunların tamamı size nasıl davranmanız gerektiğini, nasıl konuşmanızın daha uygun olacağını, nasıl hoş görüneceğinizi ve daha fazlasını telkin ederek, sizi takmak zorunda kaldığınız maskenizle hayat vizyonuna çıkarmış oluyor. Özetle; sizi olmadığınız birine dönüştürüyor.

Unutmayın ki; sizin başkalarının rengine boyanmış halde ki yansımanız, asla sizi yansıtmayacak ve enerjinizi gün ışığına çıkarmayacaktır.

Kendinizi değiştirmeye çalışmayın

Kendinizi zaman zaman çıkılması zor bir sahipsizlik içerisinde hissetmiş olabilirsiniz. Evde anlaşılmayı bekleyen birey, sınıfta farkında olunmasını dört gözle bekleyen bir yabancı veya iş yerinde dışlanmış, sıradanlaştırılmış bir fert olarak kendinizi konumlandırdığınız zamanlar muhakkak olmuştur. İşte tam da bu noktada müthiş bir tespitte ( kaçışta ) bulunuyorsunuz.

“Beni anlamıyorlar”

“Kendinizi tanımladığınız, özeleştiri yapabildiğiniz ve varlığınızın farkındalığında olduğunuz sürece, kendinizi yaşıyor olduğunuz için; başkasından-toplumdan özür dilemeyiniz. Kendinizi anlaşılabilir hale getirme düşüncesiyle bir karaktere boyamayınız. Siz, kendiniz olmaya devam ediniz.”

Davranışınızın asilik, serserilik, kendini beğenmişlik, başkaldırı ve anlaşılmamakla ilgisinin bulunmadığının farkına varın. Durumun kendiniz olmak, benliğinizi kabullenmekle ilgisi vardır.

Eğitim sektörüne ilk kez adım attığım ( Öğretmenlik yapmaya başladığım ) 2006 yılında, bir yandan da bir nevi Eğitim Koçluğu deneyimim olmuştu. Çalışmaya başladığım ilk andan itibaren kendime sürekli aynı soruları yöneltip, durdum. “Esat hocam, burda ne yapıyorsun? Yapmış olduklarının sana katkısı ne olacak?, en önemlisi ; yaşıyor olduğun karakter: gerçekte sen mi? / sen olmayan ama yansıttığın bir karakter mi?”

Maddi olarak rahattım. İyi de kazanıyordum, mesleğimi çoğu zaman istediğim standartlarda gerçekleştiriyordum…

Ama…

Kendimi kaybediyordum. Sürekli bir kısır döngü içerisinde git -geller yaşıyordum. Öğretmenler odasında sürekli sistemden yakınmalar, öğrenci şikayetleri, müfredata bağlı kalmanın getirdiği zorluklar, kendini geliştirememe kaygısı, “bana mı düştü?” vb. ifadelerle, tek tip karakter(ler) le boğuşup, duruyordum.

Karar verdim bir sabah…

Sınıfa girer girmez, tam orta yere geçip, sadece tebessüm ettim. Öylece gülümsedim. Sınıf biraz şaşkın, sorgulayıcı bakışların yerini korku sardı… Bu sefer de, tek tek tokalaştım öğrencilerimle… Gülüşmeye başladık… Derse girerken ayağa kalkmamalarını rica ettim. Kitap okursanız daha çok sevinirim dedim. Söz istemek için parmak kaldırmayın, araya denize atlar gibi atlayın, ama başkasının dalgasında boğulmayın dedim… Gülüştük epey…

Yaklaşık iki hafta içerisinde, sınıf istediğim sınıftı.

- Sınıfa büyük bir sevinçle giriyor, öğrencilerimle gülüşüyorduk.

- Ayağa kalkmıyorlardı. Ama inanın derse girmeden evvel yerlerine geçip sevdikleri kitapları okuyorlardı ( Bazen 5, bazen 8-10 dakikayı buluyorlardı. )

- Kitap okumayanlar bir şeyler karalıyor, ama ses çıkarmıyorlardı.

- Her öğrencimde telefon numaram vardı artık. Gündüz - gece fark etmeksizin çok rahatlıkla arayıp muhabbet eder hale gelmiştik.

Vb…

Ne mi değişti?

Öğretmenliğin; ders verme değil – ders alma olduğunu öğrettiler…

Şimdi , öğrencilerimle hala görüşüyor, bir arkadaş – dost gibi buluşup, muhabbet ediyoruz.

… öğrencilerim sayesinde, hayata küçük ellerle, kocaman dokunuşlarda bulunmayı öğrendim…

Öğretmenlik yapmıyor olsam da şimdi… Kalıpların ötesinde, öğrenciyim ben…

Kendini keşfetmek isteyen, yeni adımlarında hayat bulma arzusunda olan öğretmenlerimin

“ ÖĞRENCİLERİM’in” öğrencisiyim…

Esat AYTAN

Öğretmen - Eğitim Koçu

-

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Esat Aytan Arşivi