Tabla kebabı (Küncülü Restoran), Methiye-i kübrâ

Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var

Âşık-ı sâdık benim Mecnûn’un ancak adı var

Bu haftaki mekan değerlendirme yazımızda kendisine yer bulan mekan, Nizip Caddesi ve 14 Şehit Anıtının arasında yer alan ve Gaziantep’in en meşhur tabla kebapçılarından olan Küncülü Restoran olacaktır.

Bir gardırop boyutunda olan dükkanda pişirilen kebapları ve salataları sebebiyle oturmak için ancak dışarda diğer müşterilerle ortak kullanıma tahsis edilmiş olan masalardan başka seçeneğiniz olmamakla birlikte zaten konforlu bir mekana dair en küçük iddiası olmayan bu yeri de ilgili noktada fazlaca eleştirmek haksızlık teşkil edecektir.

Hijyen açısından ise salaş çoğu mekanın üstünde bir anlayışları olup azar azar yaptıkları ve bittikçe tazeledikleri salataları da az ama öz malzeme ve kaliteli bir soslama ile sizi gayet memnun edecektir.

Ürün yelpazelerindeyse sadece kıyma, kuşbaşı, tavuk ve kavurma bulunmakta olup kötü talihimizden olacaktır ki hiçbir zaman kavurmalarına denk gelmeyi başaramadık. Mekanın asıl sahibi ve isim babası Küncülü Mehmet’ini pek uzak olmayan bir geçmişte başka bir kişiye devir işlemi yapmış olmasına rağmen kebapların hala çok lezzetli olduğunu belirtmeliyim.

Özellikle kıyma kebabı sipariş ederken büyük kıyma şeklinde belirtmeniz halinde gayet doyurucu, yağ-tuz oranı iyi tutturulmuş ve ayarında pişirilmiş bir kebap ile muamele göreceksiniz. Yine söylenmeli ki, kuşbaşıları da ayarında bir sosla çok doğru pişirilmesi ve gayet yumuşak bir et olması sebebiyle tercihleriniz arasında yer almalıdır. Tavuk bahsine dönersek, yakılmaya yüz tutacak raddede pişirilen tavuklarından hoşnut kalmamak kaçınılmazdır.

Fiyat olarak porsiyonunu hak edecek bir mertebede olmasına rağmen, mekan ve personel masrafının neredeyse minimalize edildiği bir mekanda bu derece yüksek fiyatlar insanı mutsuz etmiyor değil. Mamafih, zaman zaman giderek iyi ve hızlı bir kebap yemek için de rotanızı buraya çevirmenizi ehemmiyetle tavsiye ederim.

Mekan değerlendirme yazımızı noktaladığımıza göre, yazımızın esasını teşkil eden konuya yani Süleymaniye Cami’nin sembolizmini dillendirdiğimizin kısma geçebiliriz.

Süleymaniye’nin mazisi çoğumuzun malumudur, Sultan Süleyman ve Mimar Sinan’ın ayrı ayrı gayretkeşliği ve tarih boyunca depremler evvel gelmek üzere diğer felaketlere karşı nasıl korunduğu (ne yazık ki bir sonraki yazımızda yer vermek üzere son felaketten nasibini aldığı da su götürmez bir gerçektir) kulağımıza çalınmıştır. Binaenaleyh biz bu yazımızda, Süleymaniye Cami’nin mazisini ve zirvesel mimari özelliklerini konuşmak yerine bizatihi varlığıyla temsil ettiği bazı değerlere atıfta bulunacağız.

Süleymaniye ki berrak güneşin altında parıldar, beyaz bir nur timsali göğe yükselir ona baktığınız zaman. Kapılarından geçip de avlusuna ulaştığınız vakit mazisinin ağırlığı altında boynunuz eğilir, dik yürümek isteseniz dahi yapamazsınız. Avluya açılan üç ayrı kapıdan üç ayrı insan selinin aktığını görürsünüz ve hayretle şaşırırsınız, buranın mimari bir harikadan ziyade bir sembol olduğunu ben mi fark etmekteyim diye düşünmekten, kendinizi alamazsınız.

Öyle ya caminin içine girdiğiniz zaman gözünüz ister istemez hafif bir çekingenlikle önce kubbeye kayar, devasalığını ve ihtişamını seyran edersiniz. Ama bu seyir gözünüzü yormaz, zevkinizi usandırmaz aksine tüm zarafeti ile sabit kalmaya devam eder. Olanca haşmet karşısında tüyleriniz ürperirken ve yankı sistemini denemek için kendi başınıza mırıldanırken saf tutmak için yavaş yavaş ilerlediğinizde fark etmeye başlarsınız, arşınladığınız tek şey caminin çeperleri değildir. Bilakis, siz Türk tarihinin en muhteşem imparatorunun huzurunda ilerlemektesinizdir.

Ve hatta sadece bir imparatorun huzurunda değil, cihanşümul iddialar ile beraber cihanşümul fiiliyatın örtüşüp de ruh bulduğu bir zamanın en azametli meydan okuyucunun huzurundasınızdır. Daha önce çok az ademe nasip olmuş bir kudret ve cihanşümul hali haiz ilk Türk olan Kanuni Sultan Süleyman, hiçbir şekilde romantize edilmeden söylenebilecek olan Avusturya’dan Yemen’e, İspanya’dan İran’a kadar 5 ayrı cephede 5 ayrı orduyla harp etmekte ve gücünü ve siyasi manevrasını zorlamayla dahi olsa Eski Dünya’nın imkanlarını sonuna kadar kullanarak tahtını göklere yerleştirme çabası esnasında zaferinden o kadar emin olmaktadır ki Süleymaniye’yi İstanbul’un gerdanına süs diye takar.

Süleymaniye sadece bir cihanşümul simge de değildir, ayrıca bir taktır. Hemzaman olarak yürütülen 5 ayrı harbin 5 ayrı zaferidir, her bir düşmanın tüm hayallerinin yıkılarak bozguna uğratılması ve her cephede üstünlük nişanının kendisidir.

Süleymaniye ki Konstantinopolis’te Ayasofya yükseldikten çok daha sonra Orhun Abidelerini dikmeyi başararak yazılı kültür ve kalıcı medeniyet yarışına çok geç başlayan Orta Asya göçebesi bir kavmin, İslam kültürü ile yoğurularak gelişmesi ve en sonunda tüm barbarlığından soyunarak tüm ihtişamı ile Roma, Pers ve Abbasi egemenliğinin üstüne kurulmasının süsüdür.

Süleymaniye ki bir meşaledir, kaybolup gitmiş renkleri hatra getirmek için gri puslu bir havada ona baktığınız zaman size yol gösterdiği gibi kendisinden sonra gelenlere de Muhteşem Süleyman’ı göstermek için.

Süleymaniye ki bir emanetçidir, Antik Dünya’dan Eski Dünya’ya geçen ve daha sonra Şark’a has olarak kalan mukaddes egemenlik anlayışını her bir zerresinde dahi muhafaza etmektedir.

Süleymaniye ki, her bir taşında zarafet ve bir miras bulunan bir özgüven timsalidir. Kuş yuvalarından taşlı yollarına, bentlerinden pencere hizalarına kadar bir ince düşünüş eseridir. Üstelik, sanılandan çok daha fazla da olmak üzere manzarası İstanbul’un en güzel manzarası olup zaten Türk tarihinin en muhteşem imparatorundan daha az kifayette bir manzaranın beklenmesi de haksızlıktır. Şüphesiz ki bu denli bir estetik anlayışın varlığı için, bugün akıllara durgunluk verecek bir kültür olgusunun da varlığı kaçınılmazdır.

Süleymaniye ki, İslam’ın Akdeniz ile tamamen bütünleşmesini ve kültürler yığınının üstüne kendi varlığını da yerleştirdiğini ispatlarcasına bir mühürdür. Ne yazık ki bugün Süleymaniye’nin varlığı ya romantikler tarafından tamamen anlaşılabilmektedir ne de karşıt yenicilerce savunulmaktadır, herkes tarafından beyhude söylemler ile devam ettirilmektedir.

Süleymaniye ki, siyasi emellere alet edilemeyecek kadar mukaddes ve mühimdir, cihana hükmettiğimiz zamanların doruk noktasıdır; eşiğine yüz sürülen imparator Sultan Süleyman’ın nakşı ve makamıdır. İmparatorluk şarkılarımızın ne başladığı ne de bittiği yerdir ama kulak kesilmesini bilenler için, imparatorluk şarkılarımızın yankılarının hala devam ettiği de şüphesizdir. Sadece Osmanlı da değildir, cami de değildir. O, Şark’ın son ulu tahtıdır.

Süleymaniye, yukarıda izah ettiğimiz üzere bir kavmin barbarlıktan silkinip Antik Miras’ın üstüne tüm haşmeti ve hakkıyla konduğunun öyküsüdür. O Allah uğruna gidilen yolda elde edildiği iddia edilen zaferi değil, bilakis bir kavmin sürecini kendisinden öncekilerle mukayese ederek anlatmaktadır. Süleymaniye, İslam’la başlayan bir medeniyet öyküsüdür ve ne mutlu ki türdaşı olduğu cihanşümul egemenliklerin en bizden olanıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Aykut Demir Arşivi